Fatih Dırağ

Yarım 8

Kim bilir ne zamandır bir tek harf bile yazmamıştı kağıda. Attığı başlıklar bile bilmem, bilmiyorum, başlıksız, untitled gibi şeylerdi.

– Anlamlı bir tek kelime bile yazmamıştı demek daha doğru sanki. Öyle yazalım o zaman.
Kim bilir ne zamandır bir tek anlamlı kelime bile yazmamıştı kağıda.
– Böyle yazınca da anlamsız bir sürü kelime yazmış da anlamlı hiç yazamamış gibi anlaşılıyor.
Devamında attığı başlıkların bilmiyorum, bilmem gibi kelimelerden oluştuğunu yine belirtsem mi acaba? Gerçi onlar da bakıldığında anlamsız sayılmazlar. Bilmiyorum ne zaman anlamsız oldu ki? Halbuki en anlamlı cümlelerin başında geliyor bana göre. Hiç öyle büyük bir erdemmiş gibi söylemiyorum bunu. İstatistik tamamen. Bilmediğin zibilyon şey var bildiklerine kıyasla. Bilmediğini biliyor olmak acayip asıl.
900 gramlık et parçası bilmeyi bilmekle kalmayıp bilmediğini de biliyor. Var olan tüm bilgileri yüzdeye vursak bu 900 gramlık parça, bilginin tamamını bilmese de tamamını kavrayacak bir çözüm bulmuş görünüyor. Ki bildiklerinin yüzdesi bilmediklerinin yanında bir hiç olsa da. İstatistiki kibir denebilir mi acaba buna?
Kim bilir? Pff yine aynı cümle. “Kim bilir?” Kim bilmezin cevabı çok net olduğundan mı bu muğlak cevaba sahip kim bilire verilen bu önem. O yüzden midir ki Oya ve Kaya bu konuya bilir kişi olarak dahil edilmişlerdir?
Bilir kişiler de işleri kendinden bilenlerden mi oluşuyordu? Kendini bilmezler hep mi bilmiyorlardı kendilerini, yoksa arada da olsa ha ben buyum diyorlar mıydı? Ya da bi falcı bi kahin bulup, başlangıç seviyesinde latince öğrenip kendilerini bilmelerine olanak tanınıyor muydu? Bilir kişiler kıraathanesinin girişinde kendini bilmeyen giremez yazılı mıydı mesela?
Ne zamandır bir tek anlamlı kelime bile yazamamıştı.

– “bir” ile “tek”in yerini değiştirsem iyi olacak. “bir” fazla gibi bu haliyle.”bir”siz okursanız siz de anlarsınız. “bir”in bile fazla olduğu bir cümle. Ki geriye kalan da “tek”. Hem bir hem tek oksimoron yaratıyor gibi. Sahte peygamber misali. Bir tek bile atılmıyor rakı masalarında. Asgari 2 tek beklentisi var. Halbuki yer değiştirince onları öyle mi? Tek birin bile bir anlamı var. Sonunda başına bir şey yazmaya gerek duymadan. Tek bir! Allahu ekbar! Neyse.
Ne zamandır tek bir anlamlı kelime bile yazamamıştı.

– “kağıda”yı çaktırmadan cümleden çıkaralı baya olmuş. Siz de farketmiş miydiniz yokluğunu? Yoksa kim kağıda bir şey yazıyor ki bu devirde deyip geri dönüşüme göndermiş miydiniz çoktan? Ekrandan okuduğun bir cümleyi kağıtta hayal ettirmek için tüm programların ortak bir çaba harcayıp hepsinin arka planının beyazda buluşması ne garip? Bazıları daha ileri gidip saman renginde ve de dokulu yapıyor arka planları. Halbuki ne çabuk uyum sağladık ekrandan okumaya. Yavaş ve uslu bir geçiş yerine zart diye geçmeyi tercih ettik. Ama arka plan hala kağıt dokusu.
1960’lı yıllarda hazır kek karışımı satmaya kalkışan markanın her şeyin hazırını yapması, kendilerini eksik hisseden ev kadınlarının bu kekleri sadece bir kez kullanıp tekrar kullanmamaları, sonrasında sadece yumurta ve süt eklenerek yapılabilen keklerin sahneye çıkışı ve tüm dünyanın bunları hızlıca kabul etmesi gibi. Biraz uzun oldu farkındayım. Kağıt israfı söz konusu olmayınca derdini kısaca anlatmak gibi bir yükümlülüğü olmuyor insanın.
Ne zamandır tek bir anlamlı kelime bile yazamamıştı.

– Ne=uzun gibi burada ilginç bir şekilde. “Ne”‘nin uzun anlamını taşıdığı yegane yer burası olsa gerek. Ne sanki tam bu cümle kurulurken oradan geçiyormuş da “uzun” kısa bir tuvalet molasına gitmek istediğini söyleyip “ne”den yerini almasını istemiş. “uzun” anlamının hakkını verecek kadar gecikince sanki “ne” soru olmanın tüm gücünü kaybetmiş de “uzun” olmuş. Yokluğunu farkettiklerinde ise iş işten geçmiş. Kimse ne diye sormaz olmuş. “Neden”den “ne” silinince “den” kalmış geriye sadece. Den? Den? diye tekrarlanıp kimse anlam veremeyince “den” de işi bırakmış. ” ” ” ” böyle oluşmuş işte. Şüphecilik de böylece bitmiş.
Uzun zamandır tek bir anlamlı kelime bile yazamamıştı.

– Kelimeler tek başlarına bir şey ifade etmeyebilir. Bağlama göre değişkenler de aynı zamanda. Anlamlı bir kaç kelimeyi yan yana yazsa da anlamlı olmayabilir. Anlamlı bir cümleyle mi değiştirmeli bu cümleyi? Zaten anlamlı bir kelime bile yazamayışının anlamsız bir cümle olması güzel bir gönderme olmaz mı peki? Hmm. İlk cümle olunca anlaşılmayabilir. Dip not versek?
Uzun zamandır tek bir anlamlı kelime bile yazamamıştı.*
*Yazar burada bu cümlenin anlamsızlığına atıf yapmakta, “kelime” yerine “cümle” yazılması gerektiğinin son derece farkında (kendini bilmekte), bu anlamsızlığı pekiştirmek için kelime oy.. pardon cümle oyunu yapmaktadır.
– İlk cümleden dip not vermek de saçma sanki. Aman neyse. Direkt düzeltiyorum, belki sonsözde bahsederim bundan. Bitirmek için de motivasyon olur bana. Oraya kadar gelmiş insanlara hediyem gibi. Böyle bir cümleyle de geçiştirmem hem. Anlatırım içimi döke döke. Ne kadar tutarsa. Atıp tutarım istediğim kadar.


Uzun zamandır tek bir anlamlı cümle bile yazamamıştı.


Yine yazamadı…

Yarım 7

Kimseler duymasın diye tuvalet aynasının çekmecesini bir eliyle alttan tutarak yavaşca kapattı. Sadece yaz aylarında, köydeki akrabalarını kıskandırmak için gelen uzak bir tanıdıktan hediyeydi elindeki ruj. Aynaya biraz daha yakınlaştı. Acemice sürmeye başladı dudaklarına. Dudaklarından taşan yerlerini parmağının ucuyla sildi. Biraz da yanaklarına serpiştirdikten sonra yanaklarına güzelce yedirdi allık niyetine. Bir tutam saçı yapıştı yüzüne, düzeltti rujlu olmayan eliyle. Komşunun ilçede öğretmenlik yapan büyük kızı taramıştı saçlarını. Sürekli örülü kaldığından açabilmek için epey uzun zaman geçirmişti Esma ablasının önünde.

Koridordan geçen abisiyle babasının konuşmalarını duydu ve hareketsizleşti. Nefes bile almadı bir süre. Hatta hiç olmamıştı orada. Sanki ses çıkarsa da avaz avaz bağırsa da kimse dönüp  bakmayacaktı onun olduğu tarafa. O yine de emin olmak istedi yokluğundan. Bugün herhangi bir sürprize ve tersliğe yer yoktu. Olmamalıydı. Uzun zamandır bekliyordu bugünü. Epeydir köyden evlenen kimse yoktu, en son gittiği düğünde oğlan çocuklarıyla oynadığı için bir torba dayak yemişti kendisinden sadece 2 yaş büyük abisinden. “Meryem! Meryem!” diye bağırarak , arkasında babasının silueti,ona doğru koşarak gelişini hatırlıyordu bir tek, bir de kolundan tutularak götürüldüğünü. Ömür boyu erkeklerden uzak tutmak için önlemini almıştı babası o doğar doğmaz. Kulağına üfletmişti o ünlü bakirenin ismini, yanına da abisini yerleştirmişti gardiyan olarak. Anlamamıştı o gün neden dayak yediğini. Şimdi de anladığı pek söylenemezdi aslında. Gardiyan sürekli arkadaşlarıyla bir olup sataşıyordu köyün bütün kızlarına oysa. Bu yaşında onlarla oynayabilmek için can atıyordu. Yanlış bir şey olsa, o hiç yapmazdı diye düşündü Meryem.

Aynadaki buharı farketti sonra. Ne zaman tekrardan nefes almaya başladığını hatırlayamadı. Kendisine yakından baktı bir süre ve geri çekildi. Hep uzaktan görmüştü kendini. Annesinin, babasının, abisinin ve akrabalarının gözünden. Hiç bu kadar yakından bakmamıştı daha önce. Gerek duymamıştı.

Annesiyle babasının yatağına oturdu. Onun için sadece uyumak içindi üstüne oturduğu şey. Oturmak bile yanlış geldi o yüzden ve ayağa kalktı. Odanın köşesine doğru gitti ve dolabın kapağını açtı. Annesinin düğün için kendisiyle Meryem için için dikindiği elbiseyi denemeyi düşündü. Aslında elbise için yaşı daha çok gençti babasına göre ama annesi artan kumaşı değerlendirmek istemişti ya da babasını öyle ikna etmişti. Daha düğüne bir saat vardı ve şimdi giyinse annesi sinirden köpürürdü. Hemen vazgeçti. Bugün olmazdı, bugün herhangi bir sürprize ve tersliğe yer yoktu. Bugün diğer günlerden daha çok uslu olması gerekiyordu. Kapağı yavaşca kapatırken dolabın gıcırtısı ona tüm evden duyabilecek yükseklikte geldi. Hızlanmayı düşündü ama cesaret edemedi.

O sırada annesi seslendi mutfaktan. Meryem yüzündekileri aceleyle sildi, yatak odasının kapısını usulca kapattı ve mutfağa doğru gitti. Koridordan geçerken salonun açık kapısından abisi ve babasını gördü. İkisi de aynı şekilde oturmuş televizyon seyrediyorlardı.

Annesi köyün hemen her hanesinin yaptığı gibi öteberi hazırlıyordu düğün evine. Fazladan tabaklar, çanaklar, bardaklar ve soğutulmak için buzdolabına koyulmuş şerbetler. Meryem kapıdan girince annesi bir bakışıyla onun yapması gerekenleri anlattı. Meryem yüzünü göstermekten kaçınsa da annesi çoktan farketmişti.  Ufak bir tebessüm annesinin sağ tarafına yerleşti kimsecikler görmeden. Meryem tabakları kocaman tepsiye dizerken kendini hayal etmekten alıkoyamadı.

Akşam olduğunda ışıklarla süslenmiş meydanın ortasında gelin damat ilk dansını ettikten sonra, piyanist şantör herkesi piste davet edecekti. Okuldan arkadaşlarıyla izlediği filmde öyle görmüştü çünkü. Provasını yapmışlardı bolca hatta Meryem erkek gibi Saniye’nin beline sarılınca baya gülüşmüşlerdi.

Annesi seslendi dalıp gitmiş olan Meryem’e. Meryem oralı olmadı. O hayallerinden geri dönerken uzaktan da kornaların, davulun ve zurnanın sesi yaklaşıyordu. Meryem yarım yamalak makyajlı yüzünü pencereye doğru çevirdi. Tekrar önüne döndü. Dizmeyi ne zaman bitirdiğini hatırlamadığı tepsiye bakarken annesi omzuna dokundu.

-Hadi git giyin artık. Ben de geliyorum şimdi. o yüzündekileri de çıkar, baban görmesin, dışarı çıkalım hele ben kendi ellerimle süslerim seni. Hadi!

Meryem paldır küldür mutfaktan çıktı, koridorda aniden yavaşladı salonun menzilinden çıktığı anda koştu odaya doğru.

 

Yarım 6

Aceleyle ceplerini yokladı ve kapıyı kapattı ardından. Ardından tekrar cebini yokladı. Bozuk paraların çıkardığı ses gayet de anahtar sesine benzetilebilirdi. O da bunu yaptı. İnsanın 5 duyusunun ayrı ayrı işe yaradığına yeniden şahit olmuştu. Sadece kulaklarına kalsa cebindeki anahtarıydı ama işin içine elleri de girdiğinde aynı anahtarlar birden taksi için ayırdığı bozuk paralara dönüşmüştü. Sunuma geç kalıyordu ve saniyenin bir kaç yüzde biri kadar bir sürede çilingirin iletişimini bulmanın, çağırmanın ve açtırmanın kendisine mal olacağı zamanı hesapladı. Gereksizdi. Apartmanın otomatik olan ışığı sönene kadar çok kısa bir süre geçtiğini zannediyordu. Hızla toparlandı ve merdivenlerden aşağı yöneldi. Işığın yeniden yanması için bir insanın yürürken kullanması gereken kas sayısından daha fazlasını kullanıyordu. Ancak ışık bir türlü yanmadı. Topuklu ayakkabılarıyla ve elindeki laptop çantasıyla hayali sinekleri kovalıyor gibiydi. Ortaokulda katıldığı badminton turnuvaları aklına geldi birden.

Beden Eğitimi Hocasının “- Topun nereye düşeceğini hesaplama, topun üzerindeki tüy gibi ol!” deyişini hatırlamasına şaşırdı. Bu kadar saçma bir cümlenin hafızasında yer etmesine de ayrıca sinirlendi. Ama gereksiz sinirlenmeye dahi vakit yoktu.

Sabah henüz tam anlamıyla ağarmamıştı, bu yüzden apartmanın içi hala karanlıktı. Karanlıkta yolunu bulmaya çalıştı. Çantasından telefonunu çıkardı ve önüne tuttu. Şu yaşadıkları gece olsa, topuklu giymese, ışığı yeniden yakmaya çalışmasa, bir kapının önünde gereksiz vakit geçirmese birileri onu apartmana giren bir hırsız zannedebilirdi. Halamın bıyıkları olsa amcam olurdu deyimi hem et hem de kemiğe bürünmüştü kısacası.

Aynı hocasının “ Hiçbir şey imkansız..”

Düşüncesini yarıda kesti aşağıya inmeye devam etti. Giriş kapısına kadar kazasız belasız ulaşmıştı. Kapıda televizyon kumandasındaki ses tuşunu bir türlü bulamadığını düşündüğü komşusuyla karşılaştı. Tam kapıdan çıkarken o da içeri girdi. Kısa ve samimi bir selamdan sonra ikisi birden önce sağa sonra da sola hareket etti. Sonra aynı şey kısa bir döngüye girdi. Dışarıda onu bekleyen taksici durağa döndüğünde sabahın köründe Vals yapan iki garip insandan bahsedecekti.

Apartmanın ışığı gerekli şifreyi almışcasına, daha önce hiç yanmamışcasına parlak bir şekilde yeniden yandı.

Yarım 5

Yalnızlığın başa bela bir şey olduğunu bilecek kadar deneyimliydi. Hatta vasıfsız olmak istediği konuların başında geliyordu yalnızlık. En çok güvendiği yanı olan mantığının geçici olarak kapanmasından ölesiye nefret ediyordu. Sanki karma kendisini güdümlü bir işaretleme aracıyla seçmiş gibi, hayatının en önemli kararlarını yalnızken alıyor ve geri kalan zamanda o kararların getirdiği çuvallamayı toparlamaya çalışıyordu.

Sabitti, öylesine sabitti ki fizikte yeni bir denkleme sabit gerekse rahatlıkla onun adı verilebilirdi. İttiriyordu kendisini zorla, kontrol yetisini nispeten kaybettiğinden önündeki engellere çarpmadan duramıyordu. Daha doğrusu çarpıp duruyordu. Neyse ikisinden biri gibiydi işte. Bu kadar devinim içeren bir durum karşısında bile yol katedememesi Nobel adaylığını garantilemeliydi. Ama olmadı. Ne Nobel ne de gösterdiği performansa verilebilecek bir Oscar onu tatmin etmezdi.

Dakikalarca ayakta alkışlansa ayağa kalkıp son kuvvetiyle susturmaya çalışırdı kalabalığı. Ödül için herhangi bir şey yapmamış olmasının hissi, bunu tetikleyen başlıca neden olurdu.

Sabitti demiş miydim? Boş metro vagonunda uyuyakalıp o kadar savrulmaya ve yola rağmen bindiği durakta inmeyi başarabilecek kadar sabitti. Dışarıdan değişime direnen bir muhafazakar gibi görünürdü. Şans eseri bir şey keşfetse ve o şeyin camiasında ünlenmeye başlasa, mutlaka sabitliği hakkında ki dedikodu alıp yürür, o öldükten sonra anıtını dikseler önünde dikilip, yaşarken de böyleydi rahmetli diye dalga geçerlerdi.

Kısacası 3.boyutu yoktu. Düz bir çizgide yatay olarak bir yerden diğerine savruluyordu sadece. Yegane devinimi bu savrulmalardı. Buna şahit olanlar hep onunla aynı hizada durduğundan olsa gerek, hiç hareket etmediğini düşünürlerdi. Nadir de olsa onunla uzun süre birlikte olanlar durduk yerde terlemesine ve nefes nefese kalmasına bir anlam veremezdi.

Jeopolitik önemi yüzünden bir sağından, bir solunda patlayan bir ülke gibiydi. Gördüğü kavgaları ayırmaya çalışırken dayak yiyen de oydu.

Yarım 1.2 by Kadir Enver

Kontrolünde olmayan şeylerin, kontrol altında tutulması gerektiğine inandırılmıştı.Oysa tek kusuru sivrildikçe kırılganlıga yenik düşmesiydi. Bel çantasından çıkarttığı tükenmez kalemiyle bankonun gerisindeki kadının verdiği kağıdı okumak için koridordaki koltuklardan birine oturdu.

T.C. Sağlık Bakanlığı

Denizli Devlet Hastanesi

Güney Semt Polikliniği

Görüntüleme Merkezi

en üst solda yazıyordu, hislerinin ibresi sorumluluğu kişiye yükleyen bu gibi resmi evraklar karşısında olumsuza eğildiğinden olsa gerek içi şişmişti daha ilk satırlarda, tıpkı doğduğu bu ilçenin kuzeye küs olan yokuşlarında ciğerinin şiştiğinde yaptığı gibi dile gelip bastı küfrü -kafamı s.kim, bu ses koridorda pek de kısa olmayan bir es yarattı.

Sağlıklı olmasından şüphelenip kişi ehliyeti testi olabilir miydi? Formda (okudukları) yazanlar ve zihninde oluşmayan şeylerin ilişkisini bir türlü kuramamıştı. Anlamamıştı çünkü, başka şeyler düşünüyordu o an. Tıbbın ne kadar geliştiğine  bir kez daha şahit olmuştu işte! Bu kesinlikle onun etkisiydi.  MANYETİK REZONANS İNCELEMESİ ANAMNEZ FORMU başlığını okuduktan sonra, anlamadığı gözle görülür elle tutulur bir A4 oluvermişti. Ne zaman kendini düşündüğünü hissetse ve bu his ne zaman rezervini aşsa gelişini coşkuyla karşılar ve döngünün tamamlanmış olduğuna kanaat getirip sorumluluğu devretmek için uğurlama merasimine başlanırdı. Formun arkasını çevirdi AYDINLATILMIŞ ONAM FORMU yazılıydı ve haklıydı. Gece gündüze dönmüş gibi 24 saatlik döngü tamamlanmıştı. Hukuki olarak ne demek istenmişti pek düşünemedi çünkü bilmiyordu. Tıbbın ilerisi ile hukukun berisi arkalı önlü A4 şeklinde önüne serilmişti daha fazla okuyacak gücü de bulamamıştı. Aklının ucuna gelmez duruma son verdi ve aldığını hissetmediği sorumluluğa imzayı çaktı.

Eskiden olsa bildiği hiçbir şey olmadığı için öğrenmeye susamış şekilde dinlemek için susardı. Şimdi her taşın altından ikiyüzlü bilgi çıkmasına artık dayanamaz olmuş, hiç bilmemek üzerinedeki duraklarda duymamak için bilmemeyi seçmiş ve susmuştu.

Küçüklükten beri karanlıktan korktuğu için gözlerinin duyargacı ışığa açtı. Dudak okumaya, duymaya, yaprak hışırtısını başka canlılara çevirmeye çok alışıktı, görmediğine biçim vermeye alışıktı. Gözleri her zaman onun sorumluluğundaydı hiçbir zaman gördüklerine veya zihninin gösterdiklerine inkara girişmemişti, onu karanlığa mahkum eder diye korkuyor olabilir miydi ? Zeynep neden onunla konuşmadığına akıl erdiremezken kendisi ne yaptığını çok iyi biliyordu ve zihninden atamıyordu, nasıl atabilirdi ki rüyasında onunla beraber olmuştu ve o günden sonra Zeynep’e ihanet ettiğinden dolayı uzak duruyordu. Tek tesellisi Zeynep’ten başka bilenin olmadığını bilmesiydi. Eğer Zeynep bir gün şüphe edip ona gelip o an yalnız olup olmadıklarını sorsa, bunun için yemin edebilirdi. Gözleri 2 ayrı asker gibi geriye kalanlardan Zeynep’i korumak için dikilmişti rüyasının kapılarına, sımsıkı kapalı her güneş batışında doğunun kararması gibi örtülüydü.

Topuklu ayakkabı kendine doğru yaklaşıyordu, sonradan fark etti uzun koridordan ağır ağır gelen karartıyı. Günaydın dedi kadın, gün aymıştı evet ama kadın uykusuz, topuklu ve kötü makyajıyla onu hep büyüleyen büyücü kostümlerini giymiş, onu tereyağı kabına sokar gibi yerleştirecek, eline kalçasına bacaklarına dokunacak ve 45 defa çekiç sesi duyacaktı. Bazen 46 olduğu da olurdu ama bu durumun genelde ilk sırada olmadığı zamanlar kendinden öncesinin yarım bıraktığının ziyan olmasın diye kendisine verildiğini düşünürdü.  Mesela bunun formda bir bilgisi olduğunu sanmıyordu. Hatta bu cihazın operatörü bile belki bunu umursamıyordu. Zaten bu bilgi onun için yeterince gereksiz değil miydi?

“Bilmem ki belki de öyleydi” dedi, sesi duyuldu. Büyücü “efendim” dedi ama belki de her şey o bildiğinde yerine oturacaktı. Bildiklerine güvenmeyi bırakıp bilmediklerine yöneldiğinde bu peşin hükümlerin biteceğine gözlerinin gördüğüne emin olduğu kadar emindi ama görmemezlikten geliyim bu sefer derdi. Kadını cevapsız bıraktığı koca gözlerini üzerine diktiğinden anladı. O da kadına bakarak 45 dedi. Ayakkabısını giydi çıktı.

Yarım-4

Uzun zamandır görmediği birine kavuşurcasına baktı kendisine, aynayı yerine takınca. Yapı marketler erkek adamlığa yeni manâlar eklemişti. Elektrikli tornavidalar, transformersa göz kırpan alet çantaları ve İskandinav dilinde yazınca daha şıklaşan mobilya parçaları bu manâların bayrak taşıyıcısıydı. İnsanlık alet kullanmaya başlamış, gelişmiş bir çok aleti üretmeyi robotlara bırakmıştı oysa. Bu geri dönüşün sebebi neydi ki? Yeniden bir keşif?

Duygular yitmişti belki, evrimin bir halkasında kaybedilmişti ama bir nedenden yeniden ortaya çıkmaya başlamıştı. Eğer bir döngü varsa ortada insanlığa dair, elinde kalan umut kırıntısı da kuşlar tarafından yenivermişti.

En azından kuşlar hala koku alabiliyorlardı çünkü o, o yitisini kaybedeli epey olmuştu. İnsan tarafından üretilmeyen bir koku kalmamıştı, sonra üretilenlere inat olsun diye belki de herkesin burnu çalışmaktan vazgeçmişti.

Son vidayı da sıktı. Ameliyattan beri ilk kez işe yarar hissediyordu kendini. Gerçi öbür türlüsü de beklenemezdi. Kazadan sonra 206 olan kemik sayısı, doğal olmayan mitoz bölünmeler sonrasında 262’ye çıkmıştı. O kadar teknik olmaya da gerek yok hani. Kısacası kırılmadık kemik kalmamıştı vücudunda, ki en sağlamı sayılan kafatası bile bu bölünmelere 3 eklemeyle destek vermişti.

Koku alabilen insan sayısı yok denecek kadar az olsa da soğuğu hissedebilmek evrensel geçerliliğini koruyordu. Banyosunda sağlam kalan duvara aynayı istemesinin bir sebebi de yan bina yıkılırken yanlışlıkla o sıcacık küvetinde rahatlamış sigarasını içerken içeriye dalan güllenin dışarıya açılan izini kaybettirmek istemesiydi. Filmlerden özenip yaptırdığı ayaklı küvetle dalga geçen arkadaşları kazadan sonra onun için üzülmelerinin yanına ufak bir “Ben demiştim.” eklemişler miydi acaba?

Kalbinin sol tarafında olmamasına sevindi biraz. Halbuki dünyadaki kalbi sağda olan 16 kişiden biri olması hiç de işine yaramamıştı şimdiye kadar. Birlikte olduğu kadınlar terkederken hep aynı şeyi söylemişti sanki anlaşmışcasına.

-Kalbin sağda olduğu için sevmeyi öğrenememişsin!

Sevmeyi öğrenmenin beynin işi olduğunu dahi bilmeyen kadınlarla yolunu ayırmasında teselli buldu. Teselli öyle bir şeydi. Ne zaman ve hangi şartlarda geleceğini kestirmek çoğunlukla olanaksızdı. 56 kemiği kırılmasına rağmen kalbinin atmaya devam etmesi bunun kanıtıydı.

Hava güzden kışa doğru evriliyordu artık ve soğuk o lanetli sol tarafından gizli gizli sokuluyordu. Aynaya kıçını döndü ısıyı dengelemek için, şimdi sağ tarafı üşümeye başlamıştı. Delik kocamandı. Dünyaya hiç istemediği anda açılan bir pencereydi. Zaten yeni bir pencere açılmasına gerek olmayan bir dünyada yaşıyordu.

Yarım-3

 Başını öne eğerek gülecek kadar utangaçtı. Gülüşünü bile kendine gizliyordu. Yanındaki adamın söylediklerini dinler gibi yapıyordu sadece. Dışarıda kendini güvende hissettirmesi için tuttuğu ücretsiz bir korumadan farksızdı oysa.

 Kalabalık hem korkutucu hem de sakinleştiriciydi. Hem başına gelebilecek olasılıklardan endişe ediyor, hem de o olasıkların yaşanması ertesinde yaşanması olası şeylerin çokluğuna güveniyordu. Hava ne kadar soğuk olursa olsun giydiği topuklu çizmelerden rahatsızdı. Kaçma ihtimalini ortadan kaldırıyorlardı. Kaçmanın bir ihtimal olarak dahi kalmasını istemeye başladı. Halbuki evden çıkarken bu ihtimalin oluşmaması için giymişti o topukluları. İhtimaller arası arafa benzer bir yerde yuvarlanıp gidiyordu. Aslında herkes öyle yaşıyordu ama bunun farkına varan azınlıktan olması can sıkıyordu.

 Alışamamıştı bir türlü zamana. Henüz keşfedilmemiş bir hastalığı varmış gibi hissediyordu. Yakından tanıdıkları bir takım tanılarda bulunmuşsa da, ki aralarında yeter sayıda psikolog ve doktor vardı, o hiç bir hastalığa kendini yeterince yakın görmemişti. Yaşadığı bu durum gözünde yaşanmış olsa kataraktla hipermetrop arasında kalmış bir hastalık olarak nitelenirdi.

 Sadece kahve içmeye çıkmıştı halbuki. Bir kahve içmek için yaklaşık 2 saat hazırlanmanın saçmalığına bir türlü anlam veremiyordu. Belki de buydu hastalığının adı “Anlam Verememe Hastalığı ya da kısaca AVH” idi.

 Bu kadar berrak bir akla ve düşünce biçimine sahip olması onu bu hayatta yaşayamaz hale getirmişti. Belki bir başka gezegende benzerlerinin bulunduğu bir yaşam içinde kolayca yükselebilirdi.

 Önündeki kırık bir kaldırım taşına takıldı. Neyse ki yanındaki adamın rekleksleri yerindeydi. Neden onunla kahve içmek istiyordu ki? Yaşama beceriksizliğinin getirdiği eylemsiz halinin yarattığı o yalancı gizem duygusu muydu? Ya da tamir edilmeyi bekleyen biri mi olduğunu düşünüyordu?

 Adamın yüzüne baktı. Sanki yarım saat önce buluştuğu adamdan farklıydı. Hatta bunun üzerine iddiaya bile girebilirdi. Ama yanından hiç ayrılmamıştı. O olmalıydı. Gülümsedi. Adam da. Demek ki ikincisiydi. Yardım etmek ne kadar da mutlu etmişti onu. Az kalsın bir yerlerini kıracak birine neden gülümserdi ki insan? Düşene gülmek, düşeyazana gülümsemek gibi bir hiyerarşi mi vardı bilmediği?

 Adamın bildiği yere doğru yürümeye devam ettiler. Nasıl biliyordu ki mekanı? Daha önce gelmiş olmalıydı. Peki kiminle gelmişti? Bir başka kadınla? Umursamadı. Az kalsın alışılagelmiş bir duyguya sahip olacağını tahmin etti. Mekanın kapısına geldiler. Adam önden kapıyı açtı. Bu kadar tahmin edilebilir olmasaydı belki tekrardan dışarıya çıkabilirdi onunla.

 İçeri girdiler. İçeride kısık sesle çalan smooth jazz eşliğinde insanlar smoothilerini yudumluyorlardı yeterince kısık olmayan bir biçimde. İnsanların bu kadar uyumlu ve karşıtlıkları dengeleyecek kadar aklı başında olması ne kadar garip, diye düşündü. Halbuki hiç biri bunun farkında değildi.

Eskilerden – Bir Olsa Keşke

Bir uçurumun kenarında karikatürlerdeki gibi otursak dolmaya yüz tutmuş ayın altında, dedem ve şehrin ışıkları izin vermese yıldızları görmemize, görebildiğimiz tek yıldız da kayıp düşse, sen dilek tutsan, ben gerçekleştirsem, uçurumdan aşağı itsem seni, düşerken uzun olan bacağımı yakalasan, beni de çeksen çekilmez olduğumu bile bile, deniz seviyesine serbest düşüş yapsak, o anda aşkı keşfetsek, kısa bir süreliğine de olsa yaşasak kendimizce, son sözlerimiz “Aaaaaa!!!” olsa keşke.
Bir sahilde otursak günbatımına karşı, sırtımıza giren kumları umursamayıp uzansak yan yana egenin dağları gibi denize dik, aynı şeyi düşünsek aynı anda, soyunup donla atletle koşsak denize, atlayıp zıplasak, iki parça hidrojen biraz da oksijen atsak birbirimize, sonra açılsak kimsenin bizi göremeyeceği bir yere, tedirgin ama arzulu gözlerle baksan, derinden yakınlaşsam, dalıp bacaklarının arasından geçsem, tam sarılıp öpüşecekken bastırsam kafanı suya, çalışsam boğmaya, debelenirken çeksen beni de aşağıya, o anda keşfetsek aşkı, kısa bir süreliğine de olsa yaşasak kendimizce, son sözlerimiz “Blobbbb!!” olsa keşke.
Bir akşam evime davet etsem seni, kabul etsen, hava alma bahanesiyle balkona çıkarsam seni, sürpriz bir yemek hazırladığımı görsen, şaşsan, mumları ve tuzlukları iki eşit mesafede ayırsam, güzelinden bir köpek öldüren koysam kadehine, ölmesen, insanlığını kabul etsem, hicaz makamından bir wish you were here koysam winampa, tuvalet için izin istesem, versen, döndüğümde o dansı bana lütfetsen, elimdeki muma ve içeri girdiğimizde burnuna gelen keskin benzin kokusuna bir anlam veremesen, bilerek mumu düşürsem, yakalamaya çalışsan, beceremesen, her yer birden alev alsa, kaçmaya çalışsan, bu durumda kovalamam gerektiğini bilsem, macera filmlerinden alışkın olsam ve abansam üzerine, derilerimiz yüksek ateşte kızarırken, seni etrafımda şöyle bir çevirsem, piliç çevirme geyiği yapsam, gülmesen, cayır cayır yanarken o an aşkı keşfetsek, kısa bir süre için de olsa yaşasak aşkı kendimizce, son sözlerimiz “Ciyaaaak!!” olsa keşke.
Bir gece yarısı gelsem evinin önüne, akordu bozuk bir gitar çalsam, sürekli detone olsam, ama yine de duygulansan, komşular önce pencereden bağırsa susmam için, işe yaramasa, evlerin artık müstakil olmadığına o anda yansam, sonra sadece atlet ve pijamadan oluşan üniformalarıyla öfkeli bir komşu ordusu gelse, beni temiz bir dövse, dayanamayıp yanıma gelsen, çekip çıkarsan beni linçten, ağzımı burnumu geceliğinle temizlesen, kıçımdan zehirli ve kırılmış bir gül çıkarsam, verirken dikeni elime batsa, yüzümün yeşerdiğini gece görüşünü açtığını zannedip fark etmesen, gülücüklerle koklasan, teşek- etsen, -kür diyemeden etkisini gösterse zehir, o anda aşkı keşfetsek, kısa bir süreliğine de olsa yaşasak aşkı kendimizce, son sözlerimiz “Kıkkkk!!” olsa keşke.
Bir bahar sabahında götürsem seni Çamlıca’ ya kahvaltıya, etrafımız yaseminler ve pancarlarla çevrili olsa, el ele yürüsek Arnavut kaldırımlı patikalarda, iyice acıkınca bir simit bir de ayran ısmarlamaya kalksam, cüzdanım evde kalmış numarası yapıp sana kaktırsam, sonra dönsek manzaraya, olsak boğazın hakimi, sarmaş dolaş seyre dalsak küçücük çelikten gemileri, Newton ve Arşimed buldukları formüllerden vazgeçse, biz uçmaya gemiler batmaya başlasa, arş yolunda fezaya uğrasak nefessiz ve sessiz kalana kadar, şaşkınlıktan ağzın açık kalsa, ben hiçbir şey olmamış gibi vakur dursam, basıncın azaldığını ve yok olduğunu hissetsek, kanımız akmaktan kalplerimiz atmaktan vazgeçse, o anda aşkı keşfetsek, kısa bir süreliğine de olsa yaşasak aşkı kendimizce, son sözlerimiz “∞” olsa keşke.

Eskilerden – Arkası Bugün

Bir yerlerden ana haber bülteni bütün felaket tellallığıyla yağıyordu yavaş yavaş. İstemeden de olsa dinlemeye başladı. Etrafında kırmızı oklar sanki onu gösteriyor, dışına çıkamadığı daireler çevreliyordu kafasını. Kimdi bu saatte gelip uyku mahmurluğunu yaşatmayan? Kimdi az önce gördüğü rüyayı hatırlamamasını sağlayan? Önce dışarıdan geldiğini düşünüp pencereye yöneldi. Kapalıydı. Uykusunda ne zilin çaldığını ne de kapıyı açtığını hatırlamıyordu. Evin anahtarına sahip olanları düşünüp, gelebilecekler listesini üçe indirdi. Düşünce gücü diye iç geçirdi. Ayakları salona gidene kadar bir sürprizi kalmamıştı bile. Üstünü örtmeyi düşünecek kaç kişi vardı ki şu dünyada?
Önce nicedir o kadar beyaz görmediği banyoya takıldı gözleri. Sonra kahve yapmak için yöneldiği mutfakta çocukluğunun üzüm bağlarında geçirdiği yazlarından kalma patlıcan közlemesi kokusu patladı yüzünde. Mevsimi gelmiş miydi ki patlıcanın? Yoksa sera gazları altında mı yetişmişti? Umursamadı. Uzun zamandan sonra, uyandığında midesine inen ilk şey kahve değildi. Uzaktan tanıdık bir tat aynı zamanda anılarının gerçekliğiydi. Çoktandır kullanmadığı ocakta tekrar pişiyordu hayalleri. Bu kadar kısa sürede bunları yapan ve uyandığını fark edip hüzünlü bir o kadar da azarlayan gözlerle kapı girişinden bakan bu kişi annesinden başkası değildi.
-Zayıflamışsın, dedi annesi.
-Sen de, diye karşılık verdi.
Biri kaygı diğeri iltifattan oluşan teker kelimelik cümlelerinden sonra sarıldılar birbirlerine. Annesi tam bir şeyler söylemeye niyetlerinden anında susturdu onu. Ne diyeceğini zaten biliyordu. Annesi de karşılığını. Daha önce defalarca konuşulmamış mıydı? Annesi sıska kollarından tutup yüzüne baktığında dayanamayıp sordu.
-Neden?
-Ötenazi uygulanacak bir insana yapılacak iğne neden sterilize ediliyorsa o yüzden. Prosedür gereği. cevabını verdi o da.
Şu an konuşmak istemediği ama annesinin de konuşmak istediği yegane konuydu. Ayda bir anca gördüğü annesiyle ne konuşabilirdi ki başka? Eski alışkanlıkları tekrar su yüzüne çıkaran bu kısa sahneden sonra kahve yapmanın az da olsa bir kaçış imkanı vereceğini düşündü. İşe yaramıştı. Arkasını dönüp hazırladığı kahve boyunca annesi tek kelime bile etmemişti. Elinde fincanı feng shui felsefesine uygun hiçbir şeyle dekore edilmiş salona geldiğinde, annesi tek boş yer olan karşısına oturması için işaret etti. Bu sırada dolu olmasını umut ettiği sigara paketine doğru uzandı. Paketi hacmini kaybedene ve elinin içinde kaybolana kadar sıktı. Markete kadar gitmenin zorluğunu düşünse de annesi ile gerçekleşecek olan kaçınılmaz diyalogun erteleneceği de anımsayarak kapıya doğru yöneldi elindeki boş paketi annesine göstererek. O da çantasından çıkardığı bir karton dolu paketle cevap verdi. Ve tekrar oturmasını işaret etti. Hazırlıklı gelmişti. Ama bir karton? Deliğinden bile çıkarırdı insanı. Mecburen, yetmişlerden kalma, gelinin ilk defa sevişmesini kutlamak için yalaka akrabalarından çeyiz niyetine gelmiş, bir bacağı kırıldı kırılacak ahşap oymalı koltuğuna oturdu. Oğlunun pozisyonunu aldığını gören annesi hiç vakit kaybetmeden…
– Tekrar soruyorum neden? Bu defa sen abuk sabuk cevaplarını veremeyesin diye ben açık kapıları kapatayım. En son ne zaman yemek yedin? Ne zamandır evden çıkmıyorsun? İşi de bırakmışsın. O zaman evin kirasını neyle ödüyorsun? Neden bu haldesin? Ve en önemlisi bu saatte yatakta ne işin var? diye saydırdı..
– En son yemeğimi az önce yedim. Dün sigara almaya giderken evden çıkmıştım. İş demek artık sadece sabah uyanıp belli bir adreste belli bir görevi yerine getirmek değil. Evinde oturduğun yerden de para kazanabiliyorsun. Neden bu haldeyim? Bunu diğer sorudan sonraya saklıyorum. Sabaha kadar içtim. İçtikten sonra, ki muhtemelen artıklarını temizlemişsindir, içimdekileri döktüm doyasıya. Sonra tekrar doldurdum öğleye kadar ve zıbardım. Neden bu haldeyim? Kavgalar arasında geçmiş çocukluğumdan olabilir mi, ya da uyuyorum bahanesi ile beni terk edip giden sevgilimden, o da olmadı gerçek hayatın bana hiç mi hiç gerçeklik sunmadığını düşünüp bütün zamanımı diğer tarafa yakın bir biçimde geçirmeye çalıştığımdan mı? Sen seç. Birle ikiyi seçme ama. Biri çok defa seçtin ve biz çok defa konuştuk. İki zaten beklenen bir olaydı onu zaten geç. Üçüncüyü de hiç söylememişim farz et ki tartışmalarımıza yeni bir ünite daha eklemeyelim olur mu? şeklinde saydırmaya saydırmayla karşılık verdi.
Üst üstüne yakılmış üç sigara süresi boyunca yoktan seçmeli sorulara verilen boktan cevaplarla geçti zaman. Kimsenin tatmin olmayacağı baştan belli olan konuşma bittiğinde sessizce geçildi yemek masasına. Annesi bir bakıma yerine getirmişti içgüdüsel görevini.O yüzden sustu belki de. Çünkü dışarıdan gelen onca gürültüye rağmen içeriden tek duyulan ses metal kaşıkların adi porselen tabaklara çarptığı andakiydi. Yerine getirmesi gereken birçok görev varken hemen hiçbirini yapmayan –kendisine hain evlat diyordu-oğlu ise beş dakika önceki tatsız olaya aldırmadan, tadını çıkartarak büyük bir iştahla yedi yemeğini. Yemek bittiğinde annesi yakacağı sigaraya laf edecek gibi olduysa da vazgeçti.

Eskilerden – Arkası Yarın

Kendisinden sıcak olması gerekirken uyurken boşalttığı sıvılar yüzünden daha serin olan yatağından kalktı. Sebepsizce, doğru herhangi bir şey yapıp yapmadığını düşündü geçmişinden bugüne uyumak dışında. Günün ilk küfrü sırf bu yüzden geçmişineydi. Bedeninin alt tarafındaki şişliğe bakıp tuvalete gitmesi gerektiğini düşündü. Saatin hangi yedi olduğunu anlaması için biraz süre tanıdı kendine. Sabahtan kalmaydı. İşerken gözleri başka bir şişkinlikle karşılaştı puslu aynada. Bir faydası olacakmış gibi o şişliklere, bolca suyla yıkadı yüzünü. Tıraş olmalıydı. Komple. Üşendi. Kendine gelmeliydi. Kahve içmeliydi. Olmadı.
Tekrar yatağına yöneldi. Hatırlayabileceği rüyalar görebilmek için. Bütün gerçeklerin yalan olduğunun farkına vardığından beri yapıyordu bunu. Zevk için. Rüyaya yatmayı. Hatırlamaya çalışmayı. Hipnozun etkisi çabucak gösterdi kendini. Kapaklar ağırlaştı ve üstüne düştü.
“Sokaklar ıssızdı. Sokaklar fakirdi. Fırtına öncesi sessizlik dedikleri muhtemelen buydu. Kaçıncı yüzyıla uyanmıştım bilmiyorum. İki ile başlamadığından neredeyse emindim. Önce sağıma sonra soluma sonra tekrar sağıma bakmadan istemsiz arkama baktım. Ellerinde baltalar, palalar, oraklar bulunan, burunlardan nefret soluyan öfkeli bir kalabalık sürekli saatlerine bakıyordu. Birinden emir beklercesine sabit duruyorlardı. Bellerinden çıkardıkları köstekli saatleri gördüğümde barutun henüz keşfedilmediğinin farkına vardım. Eşzamanlı bacağımda toplanan gücü hissettim. Ve son sürat koşmaya başladım dar taştan sokaklarda. Koştukça arkamda bırakıyordum pazar olduğunu tahmin ettiğim mekânı. İki yanımda sallanan etler, kafesler içinde didişen hayvanlar, sebzeler, meyveler ve bilumum zerzevat vardı. Ama bunları satanların hiçbirinin orada olmaması en önemlisiydi. Hepsi kayıp. Hepsi düşmüş. Çevreyi tanımaya başladığımda daha bir hızlanmıştı ayaklarım. Yön bilmeden. Yer bilmeden. Sadece uzağa. Zamanı öğrenmek için saatime baktım. Tam 16:59. Arkamdaki kalabalıkla aramda yerel bir zaman dilimi farkı yoksa saat beşi beklediklerinden emindim. Sadece beni kovalamak için mi oradalardı, neden bekliyorlardı, kaçmam için bana avans mı vermişlerdi bilmiyordum.
Saklanmak için herhangi kuytu bir yer aradı gözlerim. Ancak nafile. Yüklendiğim bütün kapılar kilitli ve göründüklerinden daha sağlamdı. Buraya yabancı olduğumu hissettirmeyecek herhangi bir duygu aradım çevremde. Birkaç yüz metre uzaktan gelen toplu bir çığlık yarıda kesti bu arayışı. Saat tam 17:00’yi gösteriyordu. Ve ben koşmaya devam ettim. Her şey gibi dar olan bir pasajdan kestirme bulduğuma inanarak geçtim. Küçük gibi görünen bu kasaba için fazla büyük bir meydana vardım. Bu sefer daralan bendim. Meydanın tam ortasında durmuş nereye gideceğimi bilmeden orada dikelirken tek düşündüğüm şey, var olmamaktı. Ama vardım. Çünkü var olmamayı bile düşünüyordum. Alev topuna dönen bacaklarım çoktan benden ayrılmıştı bile. Tam kendimi koyuvermeye hazırlanırken bir siluetin meydanın sonundaki sokaktan keskin bir viraj aldığını gördüm. O anda arkamdakilerin sadece benim için beklemediklerini anladım. Bu farkındalık tekrar bacaklarıma güç yüklememe yetti de arttı bile. Sesler de artık sadece bağırtı, böğürtü değildi. Bunu biraz önce geçtiğim sokaklardaki dükkânların camlarının kırılma seslerini duyduğumda anladım. Yıkılıyordu sanki bütün evler, dükkânlar.
Gördüğümden bile emin olmadığım bir görüntüyü takip ediyordum. Ama aramızdaki fark boyla ölçülebilecek cinsten değildi. Umudun yerini olumsuzuna terk etmeye başladığı anda iki ev arasından bir başka silueti gördüm. Paralel koşmaya çalışarak sağımdaki her boşluktan onu aradım. En yakın dönemeçten sağa döndüm. Gördüğüm siluetler ete ve kemiğe bürünmüşlerdi artık. Ve bir tane değillerdi. Hatta aralarında kadınlar bile vardı. Bir süre sonra sadece arkamda değildi kalabalık. Önümde de kaçışan bir başka kalabalık vardı.
Ölümün soğuk kırbacını terden sırılsıklam olmuş sırtıma yememek için koşuyordum diğerleriyle. Böyle bir durumda bile üstüme toplanan bakışları hissedebiliyordum. Bakışlarına karşılık verdiğimde kadınları, çocukları, yaşlıları gördüm. En önden gitmesi gerekenler sona kalmıştı sanki. Arada yere düşenler ve tekrar ayağa kalkanlar vardı. Kalkamayanları kimse umursamıyordu çünkü. Kimse kimsenin yakını değildi. Kucağında hemen hemen üç yaşındaki ağlayan çocuğuyla koşan anne hariç. Onlara takıldı gözlerim. Onlarda önündekilere. Çocuk annesinin kucağından biraz öteye öndekilerin bıraktığı toz bulutunun içine düştü. Kadının yanına yaklaştığımda şaşkın ve yalvaran bakışlarını içimde hissettim. Ama benimde arkamdakilere yalvarmamam için devam etmem gerekliydi. Saçları ağlayan gözlerini kapatacak şekilde uzun olan oğlan çocuğunun yanına geldiğimde meydanda aradığım duyguyu bulmuştum. Hangi yüzyılda olduğumun önemi yoktu. Çocuğu kucaklayıp annesinin yanına döndüm. Onu da diğer kolumun altına almaya çalıştıysam da çocuğu göstererek devam etmem için yalvardı. Umursamadım çekiştirdim kolundan zorla. Toplu cinnet yaklaşırken aklıma tek bir soru takıldı. Neden ben değilsem neden bu nefret? Sanki öğrendiğimde daha az acı çekerek ölecekmişim gibi.
İki kolumun altında sürekli ağlayan iki insanla daha fazla kaçamayacağımı anladığımda sığınacak bir liman aradım bilmediğim bu kara parçasında. Bu hengâme içinde artık bende sessiz değildim. Yardım dileniyordum etraftan. Gördüğüm bütün kapıları yumrukluyordum. Ama kim olduğumu dahi soran kimse yoktu. Diğerlerinden farklı olduğum için ilk beni öldürecekler diye düşündüm. Ensemdeydi Azrail. Ensemizdeydi. O anda kadın çekiştirmeye başladı kolumdan ve önümüzdeki yol ayrımının sol tarafını işaret etti. Güvenebileceğim yegâne hareketti. İşaret ettiği sokağa yöneldik. Sokağa girdiğimiz anda kadın aceleyle üzerini yoklamaya başladı. Yırtarcasına. Sinirleniyor, tahminimce küfürler savuruyordu, böğründen o parıldayan anahtarları çıkarmadan önce. Bakakaldım. Az daha yol aldıktan sonra soldaki ahşap oymalı bir kapının önünde durduk. Kapıyı açtı. Kurtuldum diyordum içimden. Çocuğu annesine verdim. Çocuk suskundu. Ters giden bir şeyleri sezmişçesine bana bakıyordu. Sonra gözlerimi kadına çevirdim. Üzgünüm diyordu gözleriyle. Kapı aniden suratıma çarpılıp sürgüsü çekildiğinde anladım olan biteni. Bağrışmalar devam ediyordu. Ben sessizdim.
Kalabalığı birileri yönetiyormuş gibiydi. Güdümlü füze gibi girmişti birkaçı bizim sokağa. Ve sil baştan. Otuz saniye de olsa dinlenen bacaklarım artık bana ait değillerdi. Ben kontrol etmiyordum onları. Bedenim binmişti üstlerine rodeo yapan kovboylar misali. Labirente dönmüş sokaklardan nereye gideceğime onlar karar veriyordu. Beynim daha az iş yaptığından bir anda çalışmaya başladığını hissettim. Ne kadar kalabalıklardı acaba? Bunu düşündüğüm anda ilk dönemeçte onların geldiği yönde doğru kaçmaya karar verdim. Kontrolü tekrar elime aldım. Arkama baktığımda üçünün beni takip ettiğini diğerlerinin yoluna devam ettiğini gördüm. İkisi çelimsiz ama hepsi de silahlı üç adam. Bu kondisyonda koşabildiğime göre çelimsizleri haklayabileceğimi düşündüm. Bir plan yapmalıydım. Tam o anda ayak bileğimi sıyıran bir baltanın sapı kaval kemiğimden vurdu beni. Yere kapaklandım. Beni yerde görünce onlarda yavaşladı ve gülmeye başladılar. Üzerimdeki tişörte mi yoksa koşu ayakkabılarıma mı gülüyorlardı bilmiyordum. Tek hissettiğim şey korkuydu. Ve tek dileğim yaklaşan üçlü ölümün teker teker gelmesiydi. Orağını yerden almaya çalışanın üstüne atladım düşünmeden. Beklenen boğuşma. Fiziksel temas. Gücü elde etme çabası. Sırtıma kavisli bir şekilde inen bir başka orak bu çabaya son verdi. Diğer ikisine döndüğümde havada suratımın ortasına inmekte olan baltayı gördüm. Yavaş çekimde geliyordu sanki. Teslim bayrağım göklerde dalgalanıyordu. Saatime baktım. 20:34…”
Uykuya dalalı sadece bir buçuk saat olmuştu.